Evrim, Gen, Çevre, Epigenetik ve Kafamın İçindekiler

Ezgi Bahçetepe
6 min readFeb 25, 2024

--

Bu yazıda ufkumu açan konulara değinmeyi ve kafama takılan soruları paylaşmayı ve üzerine fikir yürütmeyi planlıyorum. Konulara ve fikirlere değinirken çocukluğumdaki deneyimlere ziyaretlerde bulunabilirim.

Evrim konusunu hayatımda ilk kez ilkokul yıllarında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin öğretmeni bahsettiğinde duymuştum. Şöyle bir denklem üzerinden açıklamıştı: (Evrim=Darwin)∉ İslam. Parçanın burası sözelciler için: Darwin’i Allah’sız olmakla ve çok kötü biri olmakla suçluyordu.

Darwin’in umru bile değil, tabii tüm bunlar. Öte yandan, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde herhangi bir insanı (kendini savunmayacağı durumdayken=ölüyken) bu denli karalamak o zamanda da çocuk zihnimde etik değildi. Şu an ise gevrek gevrek gülerek, Darwin’in bir kitabın içinde birkaç araştırmayla nasıl da bir gücünün yılların ötesinde olduğunu görebiliyorum. Kendi düşüncelerinden ve Müslümanlığından korkan kişilerin Darwin’i daha fazla karaladıklarını düşünüyorum. Çünkü birini suçlarken veya etiketlerken aslında o kişinin bizde yarattığı bilinmezliklerle savaştığımız için kendimize ait etiketleri yağdırırız üstlerine . Hoop biraz da psikoloji olsun buralar, kıps cnm ;)

Bu topraklarda ve Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda yetişmiş bir genç olarak, Darwin’e karşı mesafeliydim çünkü olaya çok basit bakıyordum: “Madem ki maymundan geldik, neden hala bazı maymun türlerinin insan oluşumu anına denk gelmiyoruz ya da her hangi bir türün evrimleşme sonucuna denk gelmiyoruz?” gibi sorularım vardı. Diğer bir taraftan, biyoloji derslerindeki latince kelime ezberlemek ve bunun sonucunda sert bir tavırla sözlüye kaldırılmamız ve de asla laboratuvarlara girmeyişimiz beni tümüyle bilimsel taraftan uzaklaştırıyordu. İnsanlığın geçmişinin tahmin edemeyeceğine, şu anda herhangi bir evrimleşmeye şahit bile olamayacağıma ve bu yüzden Darwin’in teorisinin kanıtlanamaz olduğuna inanmaktaydım. Bunlar kesinlikle bir düşünce değil, sanrı ve inanç arasındaydı.
​Yaptığımız okumalar bolca biyolojik bilgiler içeriyordu, bu temeller oluşmasaydı evrimi, epigenetiği ya da geni anlamak, dolayısıyla insanın davranışının “genetik” tarafını anlayabilmek zor olabilirdi. ​

Okumalar aracılığı ile fark ettim ki, 2500 yıl önceki uygarlıkların gelişim konsepti üzerine olan düşünüşleri (her ne kadar ileri yıllarda çürütülmüş ve değiştirilmiş olsa da), özellikle preformasyon kuramı, çocuk Ezgi’nin dünyayı ilk algılamasıyla ilişkin yürttüğü varsayımlarla benzerlik içeriyordu. Ben de herhangi bir canlının başlangıçtan itibaren türün en küçük şekli halinde olduğunu ve biçim değiştirmeksizin kütlesel anlamda büyüdüğünü düşünmekteydim (saglik.sozlugu.org/preformation-theory/). Preformasyon kuramcılarından Charles Bonnett Consideration on Orginized Bodies (1762) kitabında “tohum” kavramını “minyatür form” olarak öne sürer. Bir bakıma, bu kişiler çevrenin etkisini sıfıra indirir. Çocukluğumda zaman zaman kaderin çevreden bağımsız olduğunu düşünürdüm ve şu anda fark ediyorum ki, kaderi aslında çok benzer bir şekilde “tohum” kavramıyla eşliyormuşum. Bu düşünce yüzden, küçükken düşüncelerim bana eziyet ederdi, o kadar çok kader kavramına ve etkimin sıfır olduğu bir hayata karşı küskündüm ki… Sonra, neden-sonuç ilişkileri içinde çevresel etkinin var olduğunu ve kendi çabamın neyi nasıl seçtiğimi ve gelişimimde nasıl etkilerde bulunduğunu fark ettim. Ben bu süreçleri, kendi iyi olma halimi korumak adına yaşıyordum; bu yüzden salt kalıtımsallığı ya da kaderciliği savunan bütün düşüncelerin insanı çıkmaza soktuğunu ve beyninin içindeki düşüncelerini nefessiz bırakarak boğduğunu düşünmekteyim. Düşünsenize her şeyi “genler” belirliyorsa, çabamızın hiç anlamı olur muydu?

“Ben Böyleyim” deyip sorunların içerisinden kaçmak, karşı tarafa kabul ettirmeye çalışmak veya dayatmak, değişim için çabalamamak, bu denli kendi genetik mirasını sahiplenmek falan pek benim kafama yatan şeyler değil. Serbest çağrışımla iki şarkı aklıma geldi, davranışını değiştirmek yerine suçu genetik özelliklerine atıp kurtulan: Ben Böyleyim (Ayten Alpman) ve N’apim Tabiatım Böyle (Teoman). Bu düşüncenin bir de davranışın sorumluluğunu olduğu gibi “kadere” atan arabesk şarkılar var. Onlara girmyeceğim. Yazının devamını okurken dinlemek isterseniz diye bu 2 şarkıyı paylaşıyorum:

Neyse ki, nihayetinde Weismann, dış koşullardaki değişikliklerin kalıtsal özelliklerimizi çeşitlendirdiğini ifade etmiş ve konuya “içten gelen” ve “dıştan edinilmiş olan” olarak iki taraftan bakabilmemizin yolunu açmıştır. Bu sayede belki de şu an, bazı davranışlar için “Genetik mi?, Çevresel mi?” gibi bir soru sormaktan ziyade, “Ne kadarı genetik, ne kadarı çevresel?” gibi bir soru sorabilmemizi sağlıyor. Bunun sonucunda da araştırmalar “Ne kadar etkili?” sorusu üzerinden dönmüş. Ben bu çabanın zaman zaman anlmasız olduğunu düşünmekteyim. Ne kadar olduğundan ziyade, nasıl ve hangi koşullar altında genetik ve çevre davranışı etkiliyor, sorusu benim için daha kritik. Umarım Teoman da bu konuda fikrini biraz değiştirir :)

Genetik mi çevresel mi konusunun tarihini biraz ele aldıktan sonra Darwin konusuna tekrar dönmek istiyorum. Darwin, aslında genin ve kalıtımın önemini açıklması ile Darwin oldu benim için. Genetik aktarım neden önemlidir? Hangi genler aktarılmaya devam ederken hangileri yitip gidiyor? Çevresel etkenlerin genetik yapımız üzerine etkileri nelerdir? Bizim genlerimizin çevremiz üzerindeki etkisi nedir? gibi soruların cevaplarını kuramıyla sunmuştur ve bu sayede insan davranışının nedenlerini sorgularken insanı nasıl anlamam gerektiği konusunda ufkumu açmıştır. Çocukken hepimiz için “Babasına çekmiş, aynı dayısı, bu kime çekmiş bilmiyorum… gibi” cümlelerden bazıları söylenmiştir ve bizler bunları bir kez de olsa duymuşuzdur. Tabii, bu sözler genellikle ebeveynin çocuğunda gözlemlediği bir davranışı kabullenememesi veya o davranışla övünmesi neticesinde söylenir. Peki, davranış genetik midir tümüyle? Yani yapacak bir şeyimiz yok mu? Peki o halde neden “Örnek olma, örnek almak, arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, üzüm üzüme baka baka kararır…” gibi sözlerimiz de var? Aslında toplumumuzun da bu konuda iki tarafı da savunduğunu ve savunduğu tarafa göre bu sözleri kullandıklarını söylemek mümkün olabilir. İşte Darwin, tam bu konuda beni aydınlattı. Canlıların var olmak için çabalaması ve yaşamda kalabilen en iyi özelliğin kalmasına yönelik bir aktarıma sahip olabileceği fikirleri ufuk açıcıydı. Türe özgü varyasyonların çoğunun çevreden etkilendiği, sadece bir kısmının kalıtsal olduğu savunusu da benim için anlamlıydı. İhtiyaç duyduğumuz kadar parmağımız, kolumuz, ağzımız vardır. İhtiyaç duymadığımız organlarımız belki de kaybolmuştur. Hala gereksiz görülen bazı refleksleri ve organları taşıdığımız ama gelecekte bunların yok olacağı söylenir: Bademciklerimiz, apandistimiz, 20lik dişlerimiz gibi. Kimi insanlarda 6 parmaklı doğum, kuyruk sokumundan çıkan kuyruk gibi bir çıkıntı, parmak aralarında perde veya kulak memesinin bitişikliği gibi farklılıklar mevcutken, kimi insanlarda bunlar görünmez. Bu tip farklılıkların aslında nadiren çıktığını ve eskiden sahip olduğumuz özelliklerden olduğu söylenir. Darwin’e göre, yaşamsal döngüde işe yaramayan özelliklerimiz zamanla yok olacaktır. Bu farklılıkların nadiren görülmesi de bu görüşü destekler niteliktedir.
Zihnimde binlerce yıllık insan oluşumu evresini en basit haliyle şöyle tasvir etmek isterim: eşeyli üreme gerçekleşir; ardından hücre mitoz bölünmelerle kütle ve hacmini arttırır ki buna gelişim diyoruz, bu arada çevrsel etkenlerle hücrenin gelişimi duraksayabilir, sonlanabilir veya değişebilir (annenin yetersiz beslenmesi, doğum sırasında yaşanan komplikasyonlar vs. gibi); mitoz bölünmelerin hepsi genetik kodlara göre gerçekleşmeye çalışır (hangi gen aktarılıyorsa onun ortaya çıkması için); hücre en iyi halini oluşturmak ve yaşatmak için genetik kodlara/aktarıma ihtiyaç duyar, bunu belki de varlığımızın hücre olarak sahip olduğu ilk bilgi olarak görebiliriz; çeşitli reflekslerle doğarız. Bazı durumlara karşı vereceğimiz tepkilerimiz de (kaçınma/yakınlık duyma gibi) genetik kodlarımızda bize aktarılmış olabilir. Eğer çevremiz, dışa vurduğumuz davranışımızdan daha farklı davranıyorsa bir süre sonra (dirensek bile) davranışı öğreniriz ve bunu pratik ederiz. Örneğin, bu davranışın bizim için zararsız olduğuna kanaat getirirsek, bu bilgiyi “iyi/olumlu” mesaj olarak gelecek kuşaklara genlerimiz aracılığı ile aktarabilme şansımızı oluşturabiliriz. Bu yüzden diyebiliriz ki, bir davranış hem çevresel etmenlere sahip olabilir hem de genetik faktörlere. Aynı zamanda genetik faktörlerin çevreden, yani deneyimlerden etkilendiğini unutmamak gereklidir.

Tüm bu bilgiler ışığında, çocuklarda gördüğüm belli başlı davranışların hem genetik hem de çevresel olduğunu biliyorum. Annenin veya babanın kaygılarının çocuğun kaygı seviyesini ne kadar etkileyebildiğini, eve sokmadıkları yiyecekler nedeniyle çocuğun da bazı yiyecekleri sevmediğini düşünmesini, hiç şiddet yanlısı bir çocuk olmamasına karşın zorbalığa maruz kaldıkça kendisinin de bir zorba haline geldiğini, anne-babasının kısa boylu olmasına karşın iyi beslenme ve sporla daha uzun boylu olduğunu gördüğüm bir sürü çocuk ve genç var çevremde. Örneğin, bir çocuğun cinsiyete dayalı renk veya oyuncak seçmesi gerçekten onun tercihi mi, genetik bir aktarım mı, yoksa çevresel yönlendirmeler mi?, gibi sorular üzerine düşünmemiz gereken sorulardır ve neden bu kadar yönlendirme yaptığımızı da konuşabilmeliyiz.
En azından, bazı hayvan deneyleri sayesinde, eğitimle davranışı değiştirmek, davranışı/reflesksi edindirmek ve genetik olarak aktarım yapacak kadar içselleştirmenin mümkün göründüğünü anladım. Yani, bugün müthiş korktuğum bir figürden/nesneden kendi çocuğum korkmasa da, torunumun o figüre karşı korkuya sahip olma ihtimali yüksek olabilir genetik olarak aktardığım için ve bu korkunun tam olarak nereden geldiğini bilemediği için anlamlandıramayacak olabilir. Ama o, eğer iyi ve destekleyici bir çevreye sahipse, bu korkuyu doğru destekleri alarak aşabilecek potansiyele de sahip olabilir. İşte, tam bu noktada hem genetiğin çevreyi hem de çevrenin genetiği etkileme gücünü fark edebilir ve nedensellik ilişkisini kurabiliriz.

Ben bu konular sayesinde, kaliteli bir eğitimin, nitelikli bir ebeveynliğin, yeterli gıdanın sürdürülebilir şekilde sağlanması ile bir topluluğun kültürünün, eğilimlerinin, refahının ve zekasının potansiyelinin üst noktalarına ulaşabileceğini savunmaktayım. Bu yüzden anne, baba, erken çocukluk, yetişkin eğitimilerinin çok önemli olduğunu, uzun vadede ekonomik kalkınma için yapılacak en iyi şeyin bireye nitelikli hizmet vererek yatırım yapılması olduğunu düşünüyorum.

--

--

Ezgi Bahçetepe
Ezgi Bahçetepe

Written by Ezgi Bahçetepe

"Normal" olmaya aşırı çalışan nevrotik. Boun'21

No responses yet